İnsanlar ölümü kabullenemedikleri ve yoksulluk için mi ahiret inancını üretti?

İnsanlar ölümü kabullenemedikleri ve yoksulluk için mi ahiret inancını üretti?
Tarih: 19.12.2018 - 20:01 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ahiretle ilgili dinsizlerin iki temel iddiası var:
Birinci iddia: İnsanlar ölümü kabullenemedikleri için, yok olma korkusundan ahiret inancını üretti.
İkinci iddia: Dinler fakirleri ve zor durumda olanları "Bu dünyada sıkıntı çeksen de ahirette rahat edeceksin." diye avutuyor iddiası.
- Bu iki temel iddiaya ne cevap verilebilir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

Cenab-ı Hak Kur'an’da birçok yerde “zulümat” ve “nur” kelimelerini kullanır.

Zulümat: Karanlıklar, zalimlikler demektir. Zulüm kelimesinin de çoğuludur. Çoğul kullanılmasının sebebi de zulümatın sonsuz olduğundan kaynaklanmaktadır.

Gerek düşünce alemi, gerek maneviyat, gerek maddiyat hiç fark etmez, Allah’ın bildirdiği yol dışında, Allah’ın şeriatı dışındaki her yol zulümdür ve bunlar neticede zulümattır. Bu yollara tevessül edenler karşılığını bazen bu dünyada ama kesinlikle de ahirette göreceklerdir.

Nur: Her türlü zulüm dışındaki ışık, parıltı, Allah yolu, Allah’ın şeriatı, peygamberinin yolu demektir. Ve tek olduğu için de tekil kullanılır.

İmansızlık ise: İman gibi insanların tamamen kendi tercihleridir.

İnsan gayet iyi biliyor ki bedeni, iradesiz, şuursuz, hikmetsiz, ilimsiz, vs... elementlerden oluşmaktadır. Bu aciz elementlerin kendi kendine bu kadar hikmetli bir bedeni ve etrafındaki tüm canlı ve cansızları ihtiva eden kainatı tesadüfen veya evrimleşerek veya tabiat eliyle oluşturduklarına inanmak akıl dışıdır -insana verilen ruh ve hayat konusuna değinmiyoruz bile- Çünkü hikmetli ve abes olmayan şeyleri yaratmak için kudret, ilim, hikmet, irade gibi sonsuz isim ve sıfatlara sahip olmak gerekir.

Bunların hiçbiri elementlerde olmadığı için, koyduğu kurallar gereği hareket eden bu elementlerin arkasında, bütün isim ve sıfatları kemalde olan bir yaratıcının olduğu muhakkaktır; elementler de elbette bir yerde Allah’ın emrindeki ordularındandır.

“...Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır…” (Fetih, 48/4)

Dinsizlerin güya kendilerini teselli etmek ve müminleri ilzam etmek için ortaya attıkları yukarıdaki gibi tezler batıl ve bir parça tefekkür eden her insan için mugalatadır.

Yani, güya, isimleri kemalde olan bu kadar muhteşem ötesi bir yaratıcı var, -haşa- gayet boş ve manasızca kâinatı yaratıyor; içine canlı, cansız bir sürü mahluk koyuyor, sonra da insanı da gene amaçsızca yaratıyor ve bütün bu yaratılanların hepsi belirli sürelerde oluşuyor veya doğuyor, sonra da manasızca belirli zaman içinde yok oluyorlar. Bu yaratılanlardan şuur ve irade sahibi olan insanlardan bazıları da kendilerini avutmak ve kandırmak için böyle yukarıdaki sualde bahsedilen saçma sapan tesellilerle ömrünü geçiriyor.

Bir diğer deyişle her şey boş, manasız, anlamsız… Teneke dipli dünya, vur patlasın çal oynasın!

Bu dinsizlerin ve Allah ve peygamberlerinin düşmanlarının hallerine bakıyorsun; genelde toplumun kaymak tabakası. Sözde iyi bir aileden geliyorlar, bol imkanlar, eğitim, çevre, unvan, para, pul... Konuştuklarında, yürüdüklerinde, hal ve tavırlarında “adam” gibi duruyorlar.

Ve imanı kavi olmayan insanlardan bazıları da şöyle diyor: “Vay be adama bak! O nerede ben neredeyim! Millet Marsa gidiyor, biz hâlâ bu işlerle uğraşıyoruz!”

Bunlar bugünün lafları değil. Kur'an-ı Kerim geçmiş ümmetlerin, yani binlerce yıl evvel insanlarının durumlarının da gerek peygamberlerine gerek se müminlere tavırlarının da aynı olduğunu ve gene toplumun sözde kaymak tabakasının müminlerin ayağını kaydırmak ve Allah’ın dinini sözde “taca atmak” için hep benzer açıklamalar yaptığını görüyoruz.

Sakın yanlış anlaşılmasın, eğitime de görgüye de servete de katiyen karşı değiliz! Yeter ki eğitim marifetullahtan yoksun olmasın, görgü ve ahlak Peygamber ahlakı olsun, servet de Allah’ın emirleri doğrultusunda kullanılsın!

İşte marifetullahtan yoksun, "küçük dağları ben yarattım" havasındaki bu pek kibirli insanlar hakkında bakın Kur'an ne diyor:

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Münafikun, 63/4)

Kafirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. Onların bu refahı az bir yararlanmadır. Sonra onların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır orası.” (Al-i İmran, 3/196-197)

Bu dinsiz, kimi kafir, kimi müşrik, kimi münafık insanlar, Allah’a ya inanmıyor ya da O’nun emrettiği şekilde değil de kendi nefislerinin istediği şekilde inanıyor ve en kötüsü bu tarz sözde imanın kendilerini kurtaracağına inanıyor.

İşte Allah da hiçbir ayrım yapmadan, ister profesör olsun ister çoban; ister siyasetçi olsun, ister matematikçi; ister doktor olsun, ister sanayici... Kim olursa olsun, bir yaratıcıyı bulamayan, oradan peygamberlere ve kitaplarına -günümüzde Kur'an ve Hz. Muhammed’e (asm)- ulaşamayan, boş ve aykırı teoriler üreten insanların, kalplerini ve kulaklarını mühürleyeceğini, gözlerine perdeler indireceğini kesin olarak vaad ediyor.

Vaad eden Allah olduğuna göre de yapacaktır ve yapmaktadır da.

Bazen koca koca unvanlı, varlıklı ve karizmatik insanlarla bu konuları sohbet ederken, o perdeleri ve mühürleri görür gibi oluruz; söylediğimizden hiçbir şey anlamazlar, bir an boş boş bakarlar.

İşte Allah bu tefekkürsüz ve belki 50 sene evvel var olmayan, 50 sene sonra da bedeni çürüyüp gidecek, aciz ve zavallı insanların kendilerini bir halt zannederek kendisine kibirli bir şekilde diklenmelerini asla affetmiyor ve basiretlerini mühürlüyor; mühürlüyor ki bu nankörlükleri karşılığı korkunç azap onlara hak olsun. Elbette hatasını anlayıp, tövbe edip, hallerini düzeltenler müstesna.

Sualinizdeki spesifik konuya gelirsek unutmayalım;

“Her hal geçicidir!”

Zenginlik-fakirlik, sağlık-hastalık, mutluluk-mutsuzluk, huzur-huzursuzluk, savaş-barış... İnsanlar bu hallerin hepsiyle hayatı boyunca sürekli imtihan edilmekte. Hem unutmayalım ki, sağlık ve varlığın hesabı, fakirlik ve hastalığın hesabından çok daha çetin olacaktır.

Evet, dediğimiz gibi mesele hep iman meselesi. Elhamdülillah iman etmişiz ki;

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155)

“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber müminler, 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı pek yakındır.” (Bakara, 2/214)

Bizim vazifemiz tebliğ etmek. Hidayet ise Allah’tan, biz O’nun işine karışamayız!

Dinsizler varsınlar bunların züğürt tesellisi olduğunu iddia etsinler…

Bize evvela vücutlarındaki şuursuz elementlerden oluşan ve kendisinin tamamen kontrolü dışında bulunan bütün organların kendi kendilerine nasıl faaliyet gösterdiklerini, bedenlerindeki hayat ve ruhun nasıl ve nereden geldiğini açıklasınlar.

Hadi bundan vazgeçtik; sadece simitteki karbon atomlarının kendi kendilerine nasıl dişe, saça, kemiğe ve karaciğere hücre olduğunu açıklasınlar.

Dualarımız bu bütün gerçeklerden gafil ve yardıma muhtaç vaziyette olan kardeşlerimizle.

Unutmayalım, önce iman sonra namaz! Bunlar olmazsa olmaz! Bunlarda ihlas, samimiyet olursa Allah gerisini muhakkak getirecektir.

Cevap 2:

"Ahiret inancı" oldukça genel bir ifadedir. Bu inancın kültürel olarak izlerini eski toplumlarda bulabilmekteyiz.

Ancak bu inançlar tıpkı paganların sembolik çok tanrıcılığında olduğu gibi insanın psikolojik yönlerinden ve zayıflıklarından beslenen kurgu yapılardır.

Kadim zamanlardan beri insan toplulukları ölüm sonrası hayat ile ilgili birtakım inançlar ve mitolojik anlatılara sahip olmuştur. Bunlar, genellikle insanın kendi varoluşuna yönelik kaygılarını gidermeye yönelik sembolizmle örülerek ifade edilmiş akıl yürütmeler ve yaşanılan dönemin kültür ve bilgi anlayışına göre düzenlenmiş kurgusal gerçeklik tasvirleri olarak karşımıza çıkarlar.

Eski Yunanlıların Hades anlayışı veya eski Mısırlıların tenasüh inancı ya da Hint samsara inancı gibi İslam’ın doğrudan ret ettiği inançların, insani kaygılar ve beşeri ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıktığı söylenebilir.

Ancak bu inançların peygamberlerden elde edilmiş bir kısım bilgilerin zaman içinde bozulmuş formları oldukları da söylenebilir.  

İslam’ın vahy kaynaklı kıyamet, haşir ve ahiret ile ilgili verdiği bilgiler ise tıpkı tevhit anlayışının diğer ilahlık iddialarını ortadan kaldırmasında olduğu gibi, hükümlerinin tasdik kaynağını beşeri zayıflık ve ihtiyaçlara değil doğrudan akıl yürütme ve kanıtlamaya dayandırır.

Buna göre nasıl ki birden fazla ilah inancı evrendeki süregiden mükemmel düzenle uyuşmadığı için akıl dışı olduğu gibi, kabilecilik anlayışının ürünü olan totemizm de insanın evrensel doğası ile çelişiktir.

Benzer şekilde İslam, yok olmaktan ve fakirlikten korkanları bu korkudan kurtarmak için ahiret inancını ortaya koymaz. Aksine insanın akıllı bir varlık olarak eylemlerinin sorumluluğuna sahip olduğunu, dünyanın geçiciliği ile birlikte bu sorumluluğun da geçici ve dolayısıyla anlamsız olamayacağını belirtir.

İslam’a göre ahiret her şeyden önce ilahi adaletin gereğidir.

Eğer iyi ile kötü, zalim ile mazlum ölümde eşitlenirse bu yaratılışın ve yaratıcının adil olmadığı anlamına gelecektir.

Bu nedenle İslam ahiret inancını yok olmaktan korkanlara ya da fakirlikten bunalmışlara teselli ile ilişkilendirmez. Sorumluluk, görev, hesap ve adalet kavramları ile ilişkilendirir.

Evrene bakıldığında da tüm varlıkların kendilerine biçilmiş görev ve işlemleri tüm zamanlarda eksiksiz bir biçimde yerine getirdikleri görülür.

O halde insan türü bundan istisna olamayacaktır.

İslam’ın ahiret inancını akla dayandırmasının bir diğer örneği de yeryüzünde gördüğümüz biyolojik hayat döngüsünün mevsimlere bağlı olarak tekrarıdır.

Kışın neredeyse tamamı köklerindeki en düşük yaşam biçimine gerilemiş bitkiler, çevre koşullarının değişimi ile birlikte canlanmaktadır.

O halde Kur'an’ın haberini verdiği yeniden diriliş, aklen mümkün görülemeyecek bir olumsuzluğu barındırmaz. 

Günümüz bilim ve teknolojisi bile elde ettiği tek bir hücreden tüm biyolojik yapıyı tekrar nasıl üretebileceğinin bilimini aramaktadır. Üstelik insanın varlık kodlarını içinde saklayan kuantum ölçekli çok daha derin yapıların mevcudiyeti söz konusudur.

Cennet nimetleri fakirlikten bunalan insanlara değil, Allah yolunda çilelere katlanan, mücadele ve mücahede eden insanların mükâfatı olarak vaat edilir.

Yoksa İslam’ın haber verdiği üzere Allah’a ve ahiret gününe inanmayan ve kendi bencil dünyasına göre yaşayan fani bir insan için ölüm, yokluktan ya da fakirlikten kurtuluş değil, aksine cehennem adı verilen asıl büyük sıkıntıların başlayacağı sonsuzluk sürecidir.

Tüm kâinatın kendisine tabi olduğu bir ulûhiyetin dünyanın geçici ve sınayıcı koşullarına aldanarak dışında olduğunu sanan bir zavallı için, kendi benliği ve çevresinde kendi kendine olduğunu kurguladığı sebeplerin nedenselliği ölümle birlikte biter.

Onun için sonsuzlukla ve mutlak olanla tanışmak, kendi kurguladığı dünyasının sonsuzca yıkılışından başka bir anlama gelmeyecektir. 

İlave bilgi için tıklayınız:

İnanmak ihtiyacı doğuştan mıdır? 
Ahiret inancı, ölüm korkusuyla mı uydurulmuştur?
İnançlar, ölüm korkusundan ve ölüm kaygısından ötürü rağbet ...
Bazı kimseler, inanma ihtiyacının insanın aciz bir varlık olmasından ve sığınma ihtiyacı duymasından kaynaklandığını ... hak dinleri inkâr yoluna sapıyorlar...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun