Kur'an'ın tekrar tekrar evrenin yaratılışındaki hikmetlere değinmesi, uzaydan detay olmaması nasıl açıklanabilir?

Tarih: 07.05.2013 - 10:47 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Kur'an'ı iniş sırasına göre okuyorum, daha bitirmedim; ama ön yargılı okuduğumu farkedince küfrümü daha da arttırmadan önce size danışmak istedim. Benim sorunum:
Şu ana kadar gördüğüm kadarıyla tekrar tekrar Allah'ın evrenin yaratılışındaki hikmetlerine değinilirken, özellikle konu uzaya geldiğinde, ana unsurlar sadece Güneş ve Ay'mış gibi görünüyor, yıldızlar ise sadece göğün süsü olarak genelde burç kelimesiyle bahsediliyor. Olayın aslının çok farklı olduğuna şüphe yok.
- Ayrıca evrene genel olarak "gökler ve yer" ve bazen "ikisinin arasındaki her şey" olarak bakılıyor. Bu bana anlamsız geliyor ve bir yaratıcıdan ziyade, o zamanın uzaydan habersiz insanlarının bakış açısı gibi görünüyor?..

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bu konuyu uzun uzadıya burada söz konusu etmek ve meseleyi açığa kavuşturmak oldukça zordur. Size yardımcı olmak adına bazı noktaları, prensipler formatında söz konusu etmenin daha yararlı olacağını düşünüyoruz.

1) Muhatapların anlayacağı şekilde konuşmak belagattır

Eğitimciler, konuyu örneklendirirken insanların günlük yaşamlarından örnekler vererek açıklamanın muhatabın üzerinde etkisinin olacağını ifade etmişlerdir. Örneğin her gün içtiğimiz suyun moleküllerinden bahsederseniz insanların çoğu bilmez. Bilenlerin bilgisi de ezbercilikten öteye geçmez. Kimyagerler içerisinde bile bir kısmı ancak laboratuvar şartlarında gözlem yapabilmiştir.

Her gün içtiğimiz suyun kimyasal yönleri ile olan alakamız bu kadar kısıtlıyken uzayın derinliklerinden sadece ışığını akşam saatinde gördüğümüz bir yıldız hakkında bilgi verilmesi insanlar için bir örnek olamaz. Bırakın o günün insanını bu gün bile ay ve güneş dışında gök cisimleri hakkında kaçımız bilgi bilmektedir. Bilinmeyen bir şeyi örnek göstermek insanlara hakikati kabullendirme aracı olamaz.

Güneş ve ay insanların hayatında gök cisimleri içerisinde en çok göz önünde olduğu için Kur'an onlardan bahsetmiştir. Size güneşi ve ayı hesap aracı kıldık diyerek takvimimizi onlara göre ayarladığımıza işaret ederek, insan hayatının vazgeçilmezi olan zaman yönü ile ilişkilendirmiştir.

İnsanlar çevresine bakınca yeri ve onu çevreleyen göğü görmektedir. İşte insana "şu gezip gördüğünüz yeri ve başını kaldırıp baktığınız sema ve onun içindeki bütün varlıkları Allah yaratmıştır" buyurarak insanın düşünce dünyasına başka bir tefekkür ufku açmakta ve yarattıklarıma bakıp kudret ve azametimi hatırlayın demektedir.

Kur'anın iniş sırasına göre okuduğunuzu ifade ediyorsunuz ancak iniş sırası hakkında bilgi ittifakı yoktur. Yani şu ayet şundan sonra inmiştir bilgileri bütün ayetler hakkında kesin olduğunu söyleyebileceğimiz bir bilgi elimizde yoktur. Farklı görüşler vardır. Bu bakımdan bu şekliyle konu bütünlüğü aramamalısınız. Kaldı ki meal okuyarak konu bütünlüğü arıyorsanız meallerden bunu anlayamazsınız.

2) Kur’an’daki tekrarların hikmeti:

Kur’an bir irşat kitabıdır. İnsanları yepyeni bir dinin prensiplerine karşı dinamik bir duruma getirmek istiyor. Bu sebeple, bazı gerçekleri sık sık tekrarlamak bu gayeye hizmet etmektedir. Çünkü yeni düşüncelerin zihinlerde tam olarak yerleşmesi için tekrarlamaya ihtiyaç vardır.

Ayrıca, yeni bir inanç ve ahlak sisteminin zihinlerde hakkıyla oturmasını sağlamaya  yönelik olarak ilgili bazı hususların özellikle uzun surelerde tekrar edilmesi Allah’ın sonsuz rahmet ve hikmetinin bir tezahürdür. Çünkü herkes her zaman bütün Kur’an’ı okumaya vakit bulamayabilir. Bu gibi insanlara Kur’an’nın asıl amaçlarına uygun ders verilen aynı mesajların, Kur’an’ın her tarafına, özellikle uzun surelere serpiştirilmesi, değişik yerlerde yeni bir sayfa açarak aynı konunun vurgulanması, Allah’ın kullarına karşı gösterdiği şefkatin bir yansımasıdır. Zira bu sayede insanlar Kur’an’ın ekser yerlerinde onun asıl iman ve ahlakla ilgili mesajlarını görme imkanına kavuşmuştur.

Kur'an'daki Tekrarların Hikmeti

Bazı âlimlere göre, Kur'an'da özellikle peygamberlere ait kıssaların tekrarlanmasının üç hikmeti vardır:

Birincisi: Bir yerde bir bölümü zikredilen kıssanın diğer bölümü başka bir yerde zikredilmiştir. Bu, dış görünümü itibarıyla bir tekrar gibi görünür.

İkincisi: Kur'an, fesahat ve belâgatını göstermek için bir yerde uzunca anlattığı bir kıssayı, başka yerde çok veciz bir ifadeyle anlatır.

Üçüncüsü: Kıssaların zikredilmelerinde nübüvvetin, özellikle Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetinin, Allah'ın varlığı ve birliğinin ispatı, Allah'ın zalimleri cezalandırmaya kadir olduğunun ders verilmesi, eski inkarcıların başına gelen kötü akıbete dikkat çekilerek yeni inkârcıların uyarılması gibi değişik maksatlar vardır. Her bir yerde hikmete münasip bir tarzda adı geçen hususlardan birini veya birkaçını ders vermek için kıssanın tekrarı söz konusudur.

Bu tekrarların hikmeti şöyle de düşünülebilir:

a) Kur'an'ın irşat maksadıyla yaptığı tekrarlar, muhatapların kalbine gerçekleri güzelce yerleştirmek içindir. Bu tekrarlar muhatapların öğrenme ihtiyaçları dikkate alınarak yapıldığı için usanç değil, lezzet verir.

b) Kur'an, kalplere gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı lezzeti artırdığı gibi, manevî gıdanın tekrarı da insanların ruhî lezzetlerini artırır.

c) İnsan maddî hayatında her an havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaçtır. Bunların tekerrürü, haddizatında tekrar olmayıp tekerrür eden ihtiyaçların giderilmesi içindir.

İşte, Kur'an'da tekrarlanan hususlar da bunlar gibidir. Bazılarına insan her an muhtaçtır—"Hüvellah" gibi... Çünkü bununla manen nefes alınır. Bunun gibi "Bismillah" da hava-i nesimi gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiği, ona her an ihtiyaç duyduğu için çokça tekrarlanmıştır.

d) Kıssa-i Musa gibi bazı cüz'î hadiselerin tekrarı, o hadisenin büyük bir düsturu ihtiva ettiğine işarettir. Özetle: Kur'an, hem bir zikir, fikir ve hikmet kitabıdır; nem bir ilim, hakikat ve şeriat kitabıdır; hem de akıl ve gönüllere şifa, müminlere hidayet ve rahmettir.

e) "Kur'an'da sarihan ve zımnen ve işareten olmak üzere, ahiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücazatını binler defa nazara verip ispat etmenin; her surede, her sahifede ve her makamda ders vermenin hikmeti nedir?" şeklindeki soruya Bediüzzaman özetle şöyle cevap vermektedir:

Büyük emaneti ve hilâfet görevini omuzlayan insanoğlunun şekavet ve saadetini netice verecek olan imtihanında en önemli meselelerini ona ders vermek, hadsiz şüpheleri izale etmek, inatları ve dehşetli inkârları kırmak, diğer taraftan ölümün bir hiçlik, bir idam, bir dipsiz kuyu olmadığını, aksine bir terhis tezkeresi olup Cennet gibi bir mükâfat yerinin ilk kapısı olduğunu ispat etmek cihetiyle Kur'an, binler defa değil, milyonlar defa o meseleleri tekrar edip gözler önüne serse yine israf sayılmaz.

Bediüzzaman Said Nursî, “Mesnevî-i Nuriye” adlı eserinin bir yerinde, Kur'an'da yapılan tekrarları onun i’cazının bir başka parıltısı olarak değerlendirmiş ve bunu altı madde hâlinde açıklamıştır. Bunlardan bir kısmı yukarıdaki hususlara benzerlik içerisinde olmakla beraber, farklı yönleri de bulunduğu için çok kısa ve özet hâlinde arz edilmesinde fayda vardır:

Birinci nokta: Kur'an bir zikir, bir dua ve bir davet kitabı olduğundan surelerinde meydana gelen tekrarlar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir.

İkinci nokta: Kur'an her kesimden insana hitap ettiği için, zeki olsun, gabi olsun, takva sahibi olsun, hepsinin bu ilâhî eczahaneden ilâç almaya hakları vardır. Hâlbuki Kur'an'ın tamamını okumak herkese müyesser olmaz. İşte, Kur'an, lüzumlu olan maksatları ve hüccetleri özellikle uzun surelerde tekrar etmiştir ki her bir sure bir nevi Kur'an olsun ve onları okuyan, bütün Kur'an'ı okumuş gibi sayılsın. Kur'an'da defalarca tekrarlanan,

"Şüphesiz, biz, Kur'an'ı zikir için kolaylaştırdık." (Kalem, 54/17, 22, 32, 40)

mealindeki ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir.

Üçüncü nokta: İnsanın hava, gıda, ışık ve su gibi maddî ihtiyaçları farklılık gösterdiği gibi, manevî ihtiyaçları da farklıdır. Meselâ: Her an "Allah" kelimesine, her vakit "Besmele"ye, her saat "Kelime-i Tevhit"e ihtiyaç vardır. İşte, Kur'an'ın tekrarları, bu ihtiyacın tekrarından ileri gelmektedir.

Dördüncü nokta: Kur'an'ın, yeni bir dinin müessisi olması haysiyetiyle vazettiği prensipleri fert ve toplumun zihinlerine iyice yerleştirmek için yaptığı tekrarlar ayn-ı hikmettir.

Beşinci nokta: Kur'an'ın, doğruluğunun tasdik edilmesini istediği pek çok ince hakikat vardır. Bu hakikatlerin tam anlaşılabilmesi için değişik yerlerde değişik üslûpla tekrarlanması gereklidir.

Altıncı nokta: Bilindiği gibi, her ayet için bir zahir, bir bâtın, bir had ve bir muttala' vardır. Ve her bir kıssa için çok vecihler, hükümler, faydalar, maslahatlar bulunmaktadır. Buna göre, muayyen bir ayet, belli birtakım münasebetler ve faydalar için birçok değişik yerde zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.”

3) Göklerle ilgili detayların olmaması meselesi:

Kur’an’ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebep ve hikmeti şöyle açıklanabilir:

Kainatta bir tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı meseleler zamanla bedihî/çok açık olan ilimler sırasına geçebilir. Halbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate almaktır.

Meselâ: Şayet Kur'an, on dört asır önceki insanlara "Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz." deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı.

Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Ve bir damla suda ise, hiç bir şey görmüyorlardı. Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yeni müspet fenlerin keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belagat kuralına da aykırıdır.

Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an,  göklerin detaylarından söz etmemekle tam bir hikmet ve  belagat örneğini göstermiştir.

Şunu da unutmayalım ki, Kur’an’ın asıl maksadı Allah'ın birliği, nübüvvet, haşrin isbatı ve adaletin tesisidir. Kur’an’ın kâinattan söz etmesi, Allah'ın ilim ve kudretine delil olması içindir. Delil ise, iddiadan daha açık olması gerekir.

Bu sebeple muhatapların doğrudan anlamadıkları hususları, akıllarının seviyesine yaklaştırmak için Kur'an, ifade tarzını onların duygu ve düşüncelerini okşayacak şekilde ayarlamıştır.

Kaldı ki, âyetlerin bir kısmı bir kısmını açıklamaktadır. Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde bakıldığı zaman basit fikirli kimselerin düşüncelerini okşayan ifadelerin yanında, bilenler için de gerçeklere işaret eden bazı karineler koymuştur. (bk. Niyazi Beki, Kur’an’ın Büyük ve Parlak Bir Tefsiri Risale-i Nur, “Müteşabih Ayetler” başlığı)

* * *
Kur’ân’ın Ana Maksatları ve Bilimlerin Konularına Bakışı

Kur’ân’ın dört ana maksadı vardır: Allah’ın varlığını ve birliğini izah ve ispat, Âhiret, Peygamberlik ve ibadet, adalet. O’nun bütün açıklamaları, emir ve yasakları, önceki milletlerden ve tarihî hadiselerden bahisler açması, hep bu dört ana maksadı zihinlere nakşetmek, kalblere yerleştirmek ve günlük hayata esas yapmak içindir. Yine aynı gayeye yönelik olarak ve tabiat, Allah’ın İsimleri’nin tecellî sahası, hattâ tecellîlerinin neticeleri ve dolayısıyla O’nun varlığının ve birliğinin âyetleri, yani apaçık işaretleri ve delilleri olduğundan, Kur’ân-ı Kerîm, sık sık yaratılış gerçeklerine, ‘tabiat’ hadiselerine ve, bir açıdan tabiatın bir parçası, bir diğer açıdan ise, yaratılış ağacının meyvesi ve minyatür örneği olan insana atıflarda bulunur.

Kur’ân-ı Kerim, bir bilimler kitabı değildir. Fakat, bilimler tabiatı ve insanı ele aldığı, bilim ve teknoloji insanî zekâ, gayret ve çalışmalara İlâhî bir lütuf ve dolayısıyla insan hayatının önemli bir boyutu olduğu için, "yaş, kuru her şey"i ya açıkça, ya işareten ve sembol halinde, ya ayrıntılı, ya öz olarak ya da teşbih, temsil ve mecaz gibi san’atlar yoluyla ihtiva eden Kur’ân, bilimlere ve bilimsel gelişmelere, aynı şekilde, bazen açıkça bazen işaret ve sembollerle parmak basar. Şu kadar ki, bilimler tabiatı ve eşyayı kendi adlarına, ‘manâyı ismî’leriyle ele almalarına ve ‘nasıl’ sorusu üzerinde yoğunlaşmalarına karşılık, Kur’ân-ı Kerim, bunlara Allah adına ve sözünü ettiğimiz ana maksatları çerçevesinde temas eder. İkinci olarak, Kur’ân-ı Kerim, takip ettiği ana maksatlar temelinde insanları irşad etme, iman ve güzel ahlâk kaidelerini kalblerine yerleştirip, hayatlarına hayat yapma gayesini güder. O, belli bir kesime, belli bir zaman ve mekâna ve belli seviyelere hitap etmez. Her dönem, her zaman ve mekân, her milletten ve her seviyeden insanı karşısına aldığı ve insanların çok büyük çoğunluğu bilimlerden, bilimsel gelişme ve gerçeklerden, en azından tam ve ayrıntılı olarak haberdar bulunmadığı için, Kur’ân, hiç şüphesiz bilimlere ve bilimsel gerçeklere, bizzat bilimler gibi yaklaşmayacaktır.

Ayrıca, bilim, insan için her şey demek değildir; o, insan hayatında sadece şeylerden bir şeydir. Bilim, çok büyük ölçüde insanı dünya hayatı açısından ilgilendirir ve onun faydası ancak kabre kadardır. Halbuki, Kur’ân’ın nazarında dünya hayatı, bir hadisin ifadesiyle, uzun ve ebede uzanan bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın bir ağaç altında bir süre dinlenmesi gibidir; insanın ebed yolculuğunda bir safha, Âhiret’i, yani yolculuğun asıl bölümü için gerekli erzak ve malzemeyi toplama dönemidir ve bunda, bilimlerin katkısı hiç de abartılacak ölçüde değildir. Üçüncü olarak, Kur’ân, her şeyden önce bir irşad kitabı olduğu ve ana maksatları temelinde bütün insanları irşad etmeyi hedeflediği için, irşadda delilin tezden gizli olmaması, tam tersine, açık ve anlaşılır olması gerekir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, ana maksatları çerçevesinde güneşten modern bilimlerin bahsettiği gibi bahsetseydi, sözgelimi, "güneş, şu büyüklükte, iki trilyon kere trilyon ton ağırlığındaki şu gazlardan ve daha başka şu elementlerden oluşmuş ve her milyon hidrojen atomuna karşılık 85.000 helyum atomu ihtiva eden bir kütledir" deseydi, güneş hakkında bu bilgilerin ortaya çıktığı döneme kadar yaşayıp gitmiş insanları, ayrıca, bugün ve Kıyamet’e kadar bu gerçeklerden habersiz olan, haberdar olmaları da gerekmeyen, hattâ haberdar olmaları kendilerine hiçbir şey kazandırmayacak milyarlarca insanı şaşkınlığa sevk etmiş, zihinlerini faydasız malûmat yığını ile doldurmuş ve onlara müsbet manâda hiçbir şey vermemiş olurdu. Gerekli her şeyi ve gerektiği ölçüde ihtiva ve takdim eden kesin bir vahiy olarak Kur’ân-ı Kerim, her anlayış seviyesindeki insanı muhatap kabûl eder, gizli ve esrarengiz kalmayı değil, anlaşılır olmayı ve anlaşılmanın arkasından hayata hayat yapılmayı hedefler.

İnsanların çoğu, duyularıyla elde ettiklerine inanır ve onlara göre hükmeder; dolayısıyla Kur’ân, bu noktada düşülebilecek yanlışlara kapı aralamadan ve kimseyi yanlışa da sevk etmeden, buna da saygılı davranır.

Kur’ân’ın Yaratılış Gerçeklerine Yaklaşım Üslûbu

Meselâ, Hz. Zülkarneyn’in kıssasını anlatırken,

"(Zülkarneyn), güneşin battığı yere vardı ve güneşi kızgın, çamurlu bir gözede batıyor buldu." der. (Kehf: 18/86)

Açıktır ki, güneş bir gözede batmaz; hattâ, güneş batmaz, fakat her iki yarımküredeki insanlar, onu batıyor gördükleri için, bugün de güneşin battığından söz ederiz ve bütün dünya dillerinde bu, böyle ifade edilir. Söz konusu âyet-i kerîme de, daha sonra ortaya çıkarılacak pek çok gerçeğe parmak basmanın yanı sıra, insanların duyularıyla elde ettiklerini de nazara almaktadır.

Bu âyetten, her şeyden önce, Hz. Zülkarneyn’in batıya sefer yaptığını ve etrafı, en azından batı ucu suyla çevrili bir kara parçasına ulaştığını anlıyoruz. Bu yüzdendir ki, pek çok müfessir, buradaki gözeden kasdın Atlas Okyanusu olduğu neticesine varmıştır. İkinci olarak, âyet, Hz. Zülkarneyn’in, batıda fethettiği bu kara parçasının sahillerine kadar gitmeyip, ulaştığı yerden bakıldığında, karayı batı tarafından çevreleyen suyun bir göze gibi göründüğü noktaya kadar ilerlediğini açıkça ifade etmektedir. Üçüncü olarak, aynı âyetten, Hz. Zülkarneyn batı seferindeki uç noktaya vardığında mevsimin yaz ve havaların çok sıcak olduğu, dolayısıyla buharlaşma sebebiyle suyun uzaktan çamurlu gibi göründüğü sonucunu çıkarıyoruz. (Bazı müfessirler, "Kızgın, çamurlu bir göze" ifadesinden, bir krater veya volkanik göl kastedildiği manâsını anlamış, Zülkarneyn’in böyle bir gölün bulunduğu noktaya kadar ilerlediğini ifade etmişlerdir.) Dördüncü olarak, âyet, bir başka önemli ve ince noktaya daha temas eder. "Göze" olarak tercüme edilen "ayn" kelimesi, göz manâsına da gelir ve "göğün gözü" olması hasebiyle güneşe de işaret eder. Kur’ân, semavî olup, bakışının da semavî olması ve dünyayı semâdan gözleyen daha başka sayısız gözlerin bulunması hasebiyle, ne kadar büyük olursa olsun, bir okyanus, yukarda belli bir noktadan bakıldığında ancak bir göze, bir pınar kadar görünür. Âyette işarî bir başka manâ vardır ki, Allah’a inananlar, bir gün dünyanın en azından büyük bir bölümünde hâkim olacaklar ve göklere çıkarak, dünyayı yukarılardan seyredeceklerdir.

Büyük bir paragraf halinde, ihtiva ettiği bazı manâlarına değindiğimiz Kur’ânî ifade, sadece beş kelimeden oluşmaktadır. Kur’ân’ın bütün ifadeleri, bazen açık, bazen kapalı, bazen de ima ve işaret yoluyla, bazen ayrıntılı bazen özet olarak pek çok anlamı ve gerçeği birden ihtiva eder. Her dönemde her seviyeden her insan, bu ifadelerden kendini tatmin edecek hisseyi alır. Burada, bilhassa konumuz çerçevesinde vermek istediğimiz bir diğer ve aslı dört kelimeden oluşan misal de şudur:

"Güneş, kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine kendisi için takdir edilen) bir yörüngede akar gibi gitmektedir." (Ya Sîn: 36/38)

Bu Kur’ânî ifadenin daha başka manâ ve çağrışımlarına geçmeden önce belirtilmesi gereken bir husus var: Eskiden insanlar, yine duyularına dayanarak, yerin hareketsiz ve güneşin hareketli olduğuna inanıyorlardı. Daha sonra bilimlerde görülen gelişmeler ve yapılan gözlemler, yerin kendi ekseni etrafında ve bir de güneşin etrafında döndüğünü ortaya koyarken, güneşin ise sâbit olduğu iddiası ortaya atıldı. Kur’ân, güneş için "akar gibi gitmektedir" derken, her şeyden önce, halkın duyularla algıladığına saygı göstermekte ve takdim buyurduğu tez, yani imanî esas adına, bu algının aksine ve asırlarca tezden daha gizli kalacak ve bilimsel gelişmelerle ispatlanması gereken bir delil kullanmaya gitmemektedir. Kur’ân, burada güneşi, kâinatta Allah’ın İzzet ve İlmi’nin bir alâmeti, bir delili olarak olarak hüküm süren muhteşem sistem, düzen ve ahenge misal ve delil olarak takdim buyurur:

Kur’ân ve Güneşin Hareketi Konusunda Son Astronomi Keşfi

Bir âyettir gece onlar için; ondan gündüzü sıyırırız da, karanlığa gömülüverirler. Güneş ise, kendisi için (takdir edilen) bir durma noktasına doğru, (yine kendisi için takdir edilen) bir yörüngede akar gibi gitmektedir. Bu, Azîz ve Alîm Olan’ın takdiridir. Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik; (bu menzillerden geçe geçe), eski hurma salkımı çöpü gibi, kuru, kavisli haline döner. Ne güneş için aya yetişmek vardır, ne de gecenin gündüzü geçmesi söz konusudur. Her biri bir felekte (kendi alanında ve bir yörüngede) yüzer. (Ya Sîn: 36/37-40)

Yukardaki metinden ilk anladığımız, güneşin kâinatın düzeninde, evrensel sistemde hayatî bir fonksiyonu olduğudur. Kur’ân’ın bu fonksiyonu ifade için kullandığı kelime ‘müstekar’dır. Müstekar, istikrar, istikrarın sağlanma yeri, yani yörünge ve hareketten sonra varıp durulacak nokta manâlarına gelir. Buradan, güneşin kâinatın düzeninde merkezî bir mevkii olduğunu anlıyoruz. Ayrıca, müstekar kelimesinin başında kullanılan ‘li’ edatının üç manâsı vardır: için, içine, içinde. Bu durumda, yukardaki âyetlerde geçen ve "Güneş ise" ile başlayıp, "...akar gibi gitmektedir" ile biten ve aslında dört kelimeden oluşan ifadenin manâsı şu olur: "Güneş, bir yörüngede, kendisi için takdir edilen bir istikrar noktasına doğru, sisteminin istikrarı için akar gibi gitmektedir."

Son yıllarda, güneşle ilgilenen astronomlar, güneşin, modern bilimin daha önce zannettiği gibi, hareketsiz olmadığı sonucuna varmışlardır. M. Bartusiac imzasıyla, American Scientist dergisinin Ocak-Şubat 1994 sayısının 61-68’inci sayfalarında ‘Sounds of the Sun (Güneşin Sesleri)’ başlığı altında çıkan yazıda, güneşin, kendisine dokunulmuş bir gong gibi yerinde sarsılarak, silkinerek hareket ettiği ve sürekli sesler çıkardığı ifade edilmektedir. Güneşin bu silkinme veya titremelerinin, onun iç yapısı ve katmanları hakkında ve ayrıca, kâinatın yaşı konusunda yapılan hesapları etkileyici bilgiler verdiği de belirtilen yazıda, güneşin kendi içinde tam olarak nasıl dönüp durduğunun, Einstein’in genel izafiyet teorisini test etmede de çok önemli olduğu kaydedilmektedir. Yazıda şu önemli yorumlara da rastlıyoruz:

Astronominin başka pek çok önemli keşfi gibi, güneşle ilgili bu keşif de hiç mi hiç beklenmiyordu. Güneşin sarsılarak, silkinerek ve ses çıkararak hareket ettiğini keşfeden astronomlar, bütün aletleri aynı anda çalan bir senfoni orkestrasını andırdığını belirtmektedirler. Güneşin titremeleri, onun yüzeyinde zaman zaman öyle toplu bir titreme meydana getirmektedir ki, bu diğer titremelerinden binlerce defa daha güçlüdür.

Bilim, ne yazık ki, materyalist ve ideolojik saplantıları adına, kendi kendisini sınırlamakta ve insanları bazen asırlarca yanlışlarla meşgul ettikten sonra, tek tek doğrulara varabilmektedir. Oysa bilim, önce iman edip, sonra Allah adına ve imanî sorumluluğun çizdiği çerçevede yaratılış gerçeklerine yaklaşsa, ne insanların başına faydadan çok zarar getirecek, ne sürekli yanlışlardan yola çıkma zorunda kalmayacak, ne de insanları, manâsız bilim-din çatışmalarıyla meşgul etmeyecektir. Fakat bugün bilimi kullananlar, onu maddî menfaatleri ve siyasî hakimiyetleri adına en büyük bir silah olarak telâkkî ettikleri ve bu sebeple de onu materyalist ideolojinin kurbanı haline getirdikleri için, bilim, yoluna gözü kapalı ve el yordamıyla devam etmekte ve neticede insanlığın başına, saadetten çok felâket getirmektedir. Bir de, Bediüzzaman’ın güneşin hareketi konusunda, yukarıda sözünü ettiğimiz astronomik keşiften yaklaşık 90 sene önce yazdıklarına kulak verdiğimizde, söylemeye çalıştığımız hususların doğruluğu daha bir belirgin hâle gelecektir.

Güneşin Hareketi Konusunda Bediüzzaman, 90 Yıl Önce Ne Yazmıştı?

"Tecrî (akar gibi gitmekte)" kelimesi bir üslûba işaret eder; ‘müstekarrında’ ifadesi ise, bir gerçeğe parmak basar. Evet, ‘tecrî’ lafzında şöyle bir üsluba işaret vardır: Güneş, demiri altından, süslü, altın kaplamalı, zırhlı bir gemi gibi, esirden olan ve gerilmiş dalga tabir edilen semâ okyanusunda seyahat edip, yüzmektedir. Her ne kadar, istikrar bulduğu yörüngede demir atmış gibi ise de, semâ denizinde o erimiş altın kütlesi cereyan etmekte (akıp gitmekte)’dir. Fakat bu cereyan, gözün gördüğüne saygılı kalınarak, âyetteki ana meseleyle ilgili ikinci, üçüncü dereceden bir husus olarak zikredilmiştir.

İkinci olarak, güneş, yörüngesinde, mihverinde hareket halinde olduğundan, erimiş altın gibi olan parçaları dahi cereyan etmektedir. Bu gerçek hareket, yukarda ifade olunan mecazî hareketin kaynağı, belki zembereğidir.

Üçüncü olarak, güneş, yörüngesi denilen tahterevanıyla ve gezegenler denilen hareketli askerleriyle göçüp, âlem sahrasında seyr ü sefer etmesi, hikmetin gereğidir. Zira, İlâhî Kudret, her şeyi hareketli kılmıştır ve hiçbir şeyi mutlak sükun ile mahkum etmemiştir. Rahmeti bırakmamış ki, herhangi bir şey, ölümün kardeşi ve yokluğun amca oğlu olan mutlak atalet ile kayıtlı bulunsun. Öyle ise, güneş de hürdür. İlâhî kanuna itaat etmek şartıyla serbesttir. Gezebilir. Fakat, başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet, güneş, İlâhî emre itaat içinde ve her bir hareketi Allah’ın dilemesine uygunluk içinde olan bir çöl paşasıdır. Cereyanı, hakîkî ve bizzat olduğu gibi, ona ilâve bir özellik ve hissî bir algılama da olabilir. (Muhakemat, s. 68)

Bediüzzaman, eserlerinin bir başka yerinde, güneşin hareketi konusunda daha nettir ve kullandığı ifadeler, aynen, astronominin yukarda ifade ettiğimiz son keşfiyle tıpatıp uygunluk içindedir:

Güneş, nurânî bir ağaçtır, gezegenler ise onun hareketli meyveleridir. Ağaçların aksine, güneş silkinir, tâ ki meyveleri düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar. Hem hayalde canlandırılabilir ki, güneş, bir zikir halkasının meczup idarecisidir. Bu halkanın merkezinde cezbeli zikr eder ve ettirir. (Sözler, Yirmi Beşinci Söz)

Evet, güneşin meyveleri vardır, silkinir, ta ki hareketli olan meyveleri düşmesin.

Eğer hareket etmeyip dursa, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Yukarıdaki ifadeleriyle, Bediüzzaman, güneşin hareketi konusundaki gerçeği şairane ve çok yönlü olarak ifade etmektedir. Güneş, son astronomik keşfin de ortaya koyduğu üzere, kendi içindeki müthiş hareketiyle, Bediüzzaman’ın ‘cezbe’ dediği çekim gücü oluşturmakta ve gezegenleri bu gücün tesiriyle onun etrafında dönmektedirler. Eğer güneş dursa, hareketsiz olsa, bu güç ortadan kalkar ve gezegenler bir anda boşlukta kalır ve dağılırlar.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun